Ankara Life Dergisi

İç Mimaride Ezber Bozan İsim: Esat Fişek

Kentin en sevilen yayını Ankara Life Dergisi, başarıları Bursa sınırlarını aşan iç mimar Esat Fişek’e konuk oldu.

Esat Bey öncelikle bizi ağırladığınız için çok teşekkür ediyorum. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

Bilkent Üniversitesi’ni bitirdim. Sonra İngiltere’de endüstri ürünü tasarımı üzerine master yaptım. Daha sonrasında da aslında hemen gelip ofisimi açtım, fakat bu süreç için şöyle diyebiliriz, biraz piyasayı bilmememden kaynaklı, o zamanın şartları ne bilmeden, hiçbir yerde deneyimim olmadan bir ofis açtım. Biraz cahil cesareti gibi. Fakat bunun bana bir avantajı oldu: Herhangi bir tasarım ofisinin belli bir güdülenmesini almadığım için belki, biraz daha kendi yolumu çizmede yaratıcı davranabildim.

Meslekte kaç sene oldu?

Yirmi seneyi doldurdum.

Peki Esat Fişek markasının markalaşma süreci nasıl gerçekleşti?

Aslında şöyle gerçekleşti; en büyük avantajım, ticaretle hiçbir zaman alakam olmayıp her zaman burnumun dikine gittiğim için kendi kendine ortaya çıktı. Çünkü bu işi hep severek yaptım ve işimi yaparken mutlu oldum. Böylelikle, aslında şu anda trend neyse ve ne koşullarda tasarım yapılması gerekiyorsa o yoldan çok gitmedim, kendi yolumu izledim. Çünkü zaten tersini de bilmiyordum açıkçası. O yüzden devamlı kendi yolumda ilerlediğim için kendi kendine oturdu her şey, diğerlerinden sıyrılıp biraz daha isim yapmamızı sağladı bunlar.

Bir de sizin Marshmallow markanız var, özellikle yurtdışında ses getiren bir marka. Biraz onun hikayesini anlatır mısınız?

O şöyle başladı aslında, biz normalde çok fazla projeyle uğraştığımız için ürün tasarımı her zaman bizim gamamızda vardı. Çünkü; dediğim gibi, İngiltere’de endüstri ürünü tasarımı eğitimi almıştım. Tasarım gereken her yerde biz tasarım hizmeti veriyoruz. Fakat kendimiz için çok bir şeyler tasarlamamıştık o ana kadar. Daha sonra, aslında kardeşim beni böyle bir yola itti.

Kardeşiniz de sektörden mi?

Alakası yok. O ofiste, daha çok bizim idari işlerle ilgileniyor. O buldu bütün İngiltere’deki bu dizayn fuarını, yazışmalarını da kendisi yaptı. Biz de, aslında çok kısa bir zamanımız vardı, bu kısa bir zaman içerisinde ufak bir koleksiyon hazırlayıp fuara katıldık. Zaten yurtdışını tercih etmemizdeki sebep de şuydu; sadece Türkiye’ye hitap ediyor olsak, Türkiye kendi kafamızda, kendimizce tasarım yapma serbestliğinde olduğumuz bir ortam değil şu anda. O yüzden İngiltere’de fuara katılmak bu açıdan bizim için avantaj oldu. Biraz daha kafası açık ve mekan olarak da dar ve küçük evlerde hem bir tasarım objesi olarak gözükecek hem de birleşebilirliğin ve ayrılabilirliğin multifonksiyonelliği ile tercih sebebi olacak bir oturma birimi serisi üretmiştik. Bizde evler genelde daha geniş olma eğiliminde. Fakat daha sonra fuara katıldığımızda bu oldukça ilgi gördü ama şanssızlığımız şöyle oldu, fuardan döndükten, yazışmalar başladıktan hemen sonra bu korona salgını ortaya çıktı, tam istediğimiz verimi alamadık.

Süreç devam ediyor mu?

Devam ediyor ama dediğim gibi, projeler çok arttı. Bir de açıkçası fuardan aldığımız en büyük ders şuydu aslında; ben imalat kabiliyetimize ve kendi tasarım gücüme hakikaten güvenirim. Bu konuda çok mütevazı olamam. Fakat pazarlamanın, bu işin çok büyük bir parçası olduğunu orada öğrendik. O açıdan bizi çok eğitti diyebilirim bu fuar.

Peki, bu aslında benim kişisel olarak çok merak ettiğim bir konu. Sizi tanıyanlar ya da araştıranlar sizin Heavy Metal tarafınızı biliyorlar. Peki böyle bir yaşam tarzından Marshmallow gibi feminen bir tasarım nasıl çıktı?

Aslında bilmiyorum, daha çok keskin olmayan hatları seviyorum kendi mobilya tasarımlarımda. Bir renk ya da bir doku seçerken ilk çıktığım yol beni ona götürüyor. Mesela onda çok açık renk dişbudak ya da meşenin kıvrımlarla beraber kalın biraz da neotelic hatlarla dönmesiyle ortaya iskelet çıktıktan sonra dedim ki, buna pembe ve kaşe kumaş olur ve böyle bir mock-up yaptığımızda da tam bir marshmallowa benzedi, adı da marshmallow olsun dedik.

Koleksiyon genişleyecek mi?

Başka şeyler de yapıyoruz aslında, tabii dünyanın durumu böyle olduğu için biraz daha iç piyasaya yönelik işler de yapıyoruz. Ayrıca şu an tamamen benim tüm tasarımını ve kurumsal dilini, markasını oluşturduğum bir marka var. Bu herhalde altı aylık bir süreç içinde faaliyete geçecek. Bu benim markam değil ama çok sevdiğim bir müşterimin markası olarak çıkıyor. En az kendi markam kadar özeniyorum ve yine biraz daha iç piyasaya hitap edebilir olacak. Fakat bizim çizgimizden de kopuk olmayacak. Zaten müşteri ve tasarımcı ilişkisi o yönde gittiğinde ortaya yaratıcılıkla ilgili bir şeyler çıkıyor gerçekten de. Çünkü şöyle bir şey var tasarımda, esasen; mesela bir mobilya firması bize geldi ve tasarım yapmamızı istedi. Siz harikalar da yaratsanız onlar için en iyi tasarım, satan tasarım olacaktır. Bu mobilya firmasının müşteri kitlesini iyi algılamak, imalat kapasitesini iyi bilebilmek gibi doneler çok önemli bu işte. Öyle olduğunda da aslında bizim yaratıcı tarafımız biraz daha törpülenmek zorunda kalıyor. Dıştan gelen, tüketici kitlesinin davranışı, bir objenin mal oluş fiyatı gibi şeyler biraz yaratıcılığı kısıtlıyor, biraz da iç piyasaya yönelik işler yaptığımızda daha ordaneltasyona yönelik şeyler yapmak zorunda kalıyorsunuz. Ama dediğim gibi bu aşamada müşteri ve tasarımcı ne kadar birbirine paralel gidiyorsa ortaya o kadar yaratıcı şeyler çıkıyor ve böyle bir müşteriyle ilerleyebilmek de aslında Türkiye’deki tasarımcıların çok başına gelen bir şey değil. Bunu ben de bir şans olarak algılıyorum.

Tasarım yaparken sürdürülebilir olması için özellikle dikkat ettiğiniz detaylar var mı?

Tabii ki var ama bunu şöyle algılıyorum ben, biraz tasarımcının güdülenmesi gibi bu. O artık sizde bir içgüdü haline geliyor. Bir tasarımın sürdürülebilir olması, zamansız olması biraz da tasarımcıya bir içgüdü gibi sinmeli ki elinizden çıkan bir şeyde “Bunu nasıl kırpayım da bu hale getireyim?” diye düşünmeyin. Ben buna görsel hafızanın birikmesiyle biraz tasarımcının bu yönde güdülenmesi diyorum aslında.

Ürün tasarımı mı, mekân tasarımı mı?

Esasen ürün tasarımı çok daha zor. Mekân tasarımının da ayrı zorlukları var. Ama ürün tasarımının şöyle bir avantajı var, mekân tasarımında bütçe çok önemli bir etmen. O yüzden ancak belli bir bütçe içinde hayal ettiklerinizi gerçekleştirebiliyorsunuz. Fakat ürün tasarımında, tabii ki yine bir imalat bütçemiz var ama, bunda biraz özellikle çok serbest kaldığımız bir işveren ilişkisi ile çok daha yaratıcı olup bütün tasarımsal kaygılarımızı o ürün üzerinde giderebiliyorsunuz. Ama mekânda her zaman böyle olmayabiliyor. Gerek bütçe bazında gerek mekânın elverdiği tasarım şartları bazında daha sınırlayıcı olabiliyor.

Mekanlarda tercih ettiğiniz var mı? Bir restoran, bir cafe, bir otel… Çalışmaktan daha fazla keyif aldığınız bir mekan var mı?

Genel bir tercihim yok aslında ama şöyle diyebilirim; daha önce o disiplinde yapmadığımız bir işi ilk yapıyor olabilmek bana çok keyif veriyor.

Ezberin dışına çıkabiliyorsunuz diyebilir miyiz o zaman?

Evet. Biraz dışarıdan bakma yetiniz artıyor. Çünkü, aynı mekânın türevlerini sürekli yapıyor olmak mesleki bir yıkıcılık da getiriyor. Ama ister istemez bu da oluyor. Hatta bazen diyorum, keşke bir düğme olsa da bu görsel hafıza bir anda silinse ve tekrar sıfırdan başlasak. O yüzden ilk emsallerini yaptığımız iş hep daha heyecanlı ve zevkli geliyor bana.

2009 yılında tamamladığınız ve International Property Award, Best Virtual Interior dalında 5 Stars Award ödülü alan projenizin güncelliğini koruyor olmasının sebebi sizce ne?

Çünkü projede zaten mekân çözümlemeleri çok zorlayıcıydı, bizi en çok düşündüren etkenlerden biri de buydu. Hiçbir dip köşesi olmayan bir yerde aynı anda üç kişi, ve çok büyük bir metraj da yoktu, hizmet alabilecekti. Bunun yanı sıra o dönem, ki hala öyle sanırım, kuyum işiyle uğraşanların mağazaları biraz daha feminen gözüken, yumuşak tonların ya da o tarz formların kullanıldığı yerlerdi. Biz burada, kuyum işiyle beraber gelen zanaat işini biraz da ahşapla harmanlayıp ortaya maskülen bir yer çıkartalım gibi bir yoldan gittiğimiz için ve çok da “modası geçecek” diye düşündüğümüz formlar ya da fikirler kullanmadığımız için daha zamansız bir tasarım anlayışı elde edebildik. Ama o ilk dönem maliyetler bu kadar şişkin de değildi. Hayal ettiğimiz hemen hemen her şeyi optimumda gerçekleştirebiliyorduk.  Şimdi açıkçası mevcut ekonomik durumdan dolayı biraz daha güç. Ama biz de her zaman zamansız işler yapmayı ve hep güncel kalacak işler yapmayı tercih ediyoruz. Bütçe ne olursa olsun sonuçta işin biraz da kabiliyeti mevcut bütçe içerisinde maksimum estetiği, konforu yakalayabilmek.

Özellikle Avrupa bölgesi iç mimarlarına göre ülkemizdeki iç mimarların sizce güçlü ve zayıf yanları ne?

Bundan 10-12 sene öncesini daha umut verici buluyordum. Çünkü sanırım eğitim kalitemiz biraz düştü. Her zaman, sayısı artan bir şeyin kalitesi düşer. Ben mezunken sanırım sadece beş bölüm vardı iç mimarlık eğitimi veren. Şu an belki yetmiş beş bölüm var ve eğitim kalitesinin düşmesiyle birlikte de böyle bir sonuç doğdu açıkçası. Ben kendi mesleğimde yabancı dilde eğitimi de çok önemli buluyorum. Çünkü dünyayı takip ediyor olabilmek için dil bilmek gerekiyor ki dışarıda ne oluyor ne bitiyor öğrenilsin. Bizim meslektaşlarımız her zaman öncü olmak zorundadır ki toplumu yönlendirebilsin. Ama şimdi bakıyorum, kimi yerde sadece üç beş görseli birbiriyle harmanlayıp, birbirine uyuyor mu uymuyor mu diye düşünmeden mekân ortaya çıkaran ve buna iç mimarlık diyen bir güruh ortaya çıktı. Bunların hepsi diplomalı insanlar fakat bu işteki tadı son dönem düşürdü aslında. Çünkü eskiden bizim Türk tasarımları daha fazla ses getirmişti; Aziz Sarıyer Cappellini tasarımı yapmıştı, birçok insan yurtdışıyla daha entegre çalışabiliyordu. Şu an o biraz bitti, bu işler yüzünü Doğu’ya döndü gibi oldu. O da öncülük açısından çok da parlak sonuçlar getiren bir durum değil bizim meslekte.

Günümüz iç mimarlık fakültelerinde verilen eğitim ve yeni mezun meslektaşlarınız hakkındaki görüşleriniz neler?

Yeni mezunların kendilerini çok geliştirmesi gerekiyor. En yetenekli oldukları dalı bulup o yönde yürümeleri gerekiyor. Çünkü, iç mimarlık bölümünden mezun olan her insan tasarımcı olacak diye bir kaide yok. Organizasyona ve şantiyeye çok yetisi olan biri bence o yolda yürümeli ki en azından mesleğinde başarıya ulaşabilsin. Belki artık 3D yapmak, üç boyutlu görselleştirme bile bir iş kolu oldu. Bu işi çok iyi yapan biri bu dalda yürüyebilir. En iyi oldukları alanı bulup o yoldan gitmeleri ve kendilerini çok iyi eğitmeleri lazım. Çünkü açıkçası mesela burada ofis için çalışma arkadaşları almak istiyoruz, alıyoruz, kimi çalışıyor gidiyor, kimi kalıyor bizimle. Bunun sebebi bahsettiğim bu durum. Ama özellikle son beş senedeki CV kalitesi ve ondan öncesi birbirinden çok farklı.

Yeni bir iş arkadaşını istihdam ettiğinizde, sizin için olmazsa olmaz özellik, eğitim ya da durum nedir?

Zamanla bu kriter bende hep değişti. İnsanlarla tanıştıkça fikir sahibi oluyorsunuz. Mesela 6-7 sene önce ben çok da üniversite olarak yargılamadan sadece o anki iş durumuna ve çalışkanlığına, mesleki şevkine bakarak bu işte görevlendiriyordum insanları. Fakat şu an kimsede şevk kalmadığı için biraz daha seçici davranıyorum. Çok fazla üniversite var, o yüzden son beş seneden beri üniversitelerin eğitim kalitesine göre çalışma arkadaşlarımız olmasına dikkat ediyoruz.

İç mimarlık bölümlerinde eksik olan ne, onarılması gereken husus ne?

En önemli husus pratikte hiçbir eğitimin veriliyor olmaması. İngiltere’deyken kendi okuduğum okuldan örnek vereceğim. Ben üniversitedeyken atölye dersim yoktu. Ne öğrendiysem mezun olduktan sonra mobilya atölyelerinde vakit geçirerek öğrendim. Fakat orada okulun bir atölyesi vardı, ki orada endüstri tasarımı okumama rağmen çok da geniş çaplı bir eğitim aldım. Birtakım derslerde orada biz bu işler nasıl yapılır, öğreniyorduk. Şu anda işin pratikte nasıl olduğuyla alakalı hiçbir fikri olmayan insanlar ne yazık ki bu bölümden mezun oluyorlar ve hiç şevk de göremiyorum bununla alakalı, öğrenme adına. Şöyle düşünüyorlar, iç mimari titri havalı bir titrdir. Mimarlık, iç mimarlık, tasarımcılık insanların biraz egosunu şişiren bir etiket. Halbuki iş çizmekle bitmiyor. Ne kadar iyi çizseniz de uygulamada onun nasıl yapılacağını bilmediğinizde, realize edemediğinizde çizdiğiniz şey çöptür. Bir şeyi çizerken bin tane girdi vardır tasarımcının zihninde, bütçe, malzeme gibi. Ama insanlar büyük bir ukalalıkla, ben bunu çizdim, sen de imalatçısın bunu yapacaksın diyebiliyorlar. Bu bana çok saçma geliyor çünkü mesleğimin başında da, zaten hiçbir zaman ukala bir insan olmadım, imalatçılarım benim en iyi arkadaşlarım olmuştu. Onlar benden bir şey öğrenirler, ben onlara bir şey öğretirim, bu iş böyle yürür. Bundan 12 sene evvel, massif ile çalışmak herkesin harcı değildi. Yerelde de bu işe öncülük ettik. Bizim tüm işlerimiz massif oluyordu. Bunu biraz yolda öğrendik. Ben mobilyacımı buna zorladım, o bana mobilyanın karakterini öğretti. Ama şu an herkes “Bunu çizdim, yapacaksın” gibi bir tavırda, ben bunu doğru bulmuyorum.

Yeterli alt yapının olmadığı şehirlerde bulunan Güzel Sanatlar Fakülteleri nasıl yaratıcı iç mimarlar yetişebilir?

Bu iş, bir şeyleri öğrenmekten ziyade yaşayış şeklini geliştirip, olgunlaştırıp bir gustoya sahip olma yetisiyle alakalı. Şehirden beslenemedikleri takdirde yaşantı tarzlarını mesleğe adapte etmeleri zor gibi gözüküyor.

İç mimarların rakipleri sadece iç mimarlar değil, çünkü orman endüstri mühendisleri, mobilya dekorasyon öğretmenliği gibi bölümlerden de sektörün darlığından dolayı bu insanlar da kartvizitlerine “ben iç mimarım” diye yazıp aynı işlere başvuru yapabilir mi?

Bazen öyle örnekler görüyorum ki bizim bölümden mezunlardan daha iyi iş yapanlar bile oluyor.

Yorumlar

0 yorumlar